Bu Blogda Ara

3 Haziran 2011 Cuma

Kewell from Galatasaray

“Galatasaray’da 19 numaralı formayı, Leeds United’a bir saygı ifadesi olarak seçtim. Leeds United ilk 11’inde oynamaya başladığımda giydiğim formanın numarası 19. Bu, her şeyin başladığı yeri unutmadığımın bir göstergesi. Hem de 5 Mayıs 2000’de yaşanan [Galatasaray-Leeds United UEFA Kupası yarı final maçının öncesinde çıkan olaylarda 2 İngiliz taraftarın öldüğü] trajedinin etkilerinin iyileştirilmesine de küçük bir katkısı olabilir.”

Turuncu formanın en çok yakıştığı, beyaz forma ile de pırıl pırıl parlayan insan, , “Kewell from Galatasaray” olma yolundaki ilk adımını atarken bunları söylüyordu. 2008 yılında transfer olduğu Galatasaray’da ilk maçını Türkiye Kupası finalinde Kayserispor’a karşı oynuyor, ilk golünü atıyor, ilk asistini yapıyor ve ilk kupasını kazanıyordu. Belki takımın bu kadar inişli çıkışlı performans sergilediği kötü bir döneme denk gelmeseydi, ilk kupası aynı zamanda son kupası da olmazdı. Harry, Galatasaray’da geçirdiği 3 yılda 90 maçta görev aldı, 34 gol attı ve 20 asist yaptı. Belki, 2009 yılında Hamburg’la oynanan UEFA Kupası rövanş maçında, takımın tüm defans oyuncuları sakatlandığı için defansın ortasında görev yapmak zorunda kalmasaydı o maçta 1’den fazla gol atabilirdi…

2010-2011 sezonunda Galatasaray’da kalma isteğine rağmen, sık sık sakatlanıyor olması ve ilerleyen yaşı, sözleşme teklifi almasını geciktirdi. Giydiği 19 numaralı formasını da yeni transfer Cana’nın kapmasına neden oldu. Kewell, her zamanki içtenliğiyle bu karara üzüldüğünü ifade etmişti kimseyi üzmeden. O sezon, sakatlığından dolayı sadece 21 maçta forma giyebildi. Oynadığı her maçta top en çok onun ayağına yakıştı tabii ki. Ceza sahası civarında top sadece onun ayağına geldiğinde Galatasaray taraftarı heyecanlandı. Belki de en çok onun gol atmasını istedi Galatasaray taraftarı. Çünkü o zaman “Daddy Cool” çalacak ve herkes o besteye “Harry Kewell” güftesiyle eşlik edecekti… O varken, takım daha derli toplu görünüyordu. Genellikle defansın göbeğinde oynayan oyuncuların defansı toparladığına ve oyuncuların sahaya düzgün yayılmasına katkıda bulunduğuna şahit olurduk; bir hücumcunun takımın yayılışına bu kadar olumlu katkıda bulunduğunu Harry’i tribünden izlerken gördük.

Ona en çok yakışan forma numarası 19’du. 19 Mayıs 2011’de eşi Sheree Murphy, Twitter’da, Harry’nin Galatasaray’daki son maçını ertesi gün Konyaspor’a karşı oynayacağını duyuruyordu. Üzüldük. Ama belki de veda için pek de kötü bir zamanlama değildi. Hayat boyu performansına olumsuz etki etmiş olan sakatlık, futbol hayatının son döneminde performansını iyice etkilemeye başlamıştı. Bazı maceralar çok uzadığında, son düzlükteki tükenmiş bir görüntü yaşanmış tüm güzellikleri unutturarak akıllara kazınabiliyor. Harry Kewell bu tehlikenin eşiğinden döndü belki.

Gülmek ona çok yakışıyor ama “güle güle Harry Kewell” demek onu sevenlere zor geliyor.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Para & Saadet İlişkisi


© Copyright Manchester City FC Ltd 2011

14 Mayıs Cumartesi günkü F.A. Cup finalinde Manchester City, Stoke City’i 1-0 mağlup etti ve kupayı kazandı. Yaya Toure’nin 74. dakikadaki golü, Manchester City’e 35 yıl aradan sonra ilk büyük kupasını kazandırırken, birkaç saat önce aynı şehrin takımı Manchester United, Blackburn Rovers ile berabere kalarak 19. lig şampiyonluğunu garantilemişti.

Manchester United yıllardır başarıdan başarıya koşarken, Manchester City kupasız seneler geçiriyordu. Aslında, Manchester City taraftarları, şehrin daha az gösterişli takımı olmaktan gurur duyuyor ve Manchester United’ı “para babaları” olarak nitelendiriyordu. Ancak devran döndü. Abu Dabi’den Şeyh Mansour geldi, 2008 yılının Ekim ayında Manchester City’i “satın aldı.” Para babalarının kralı, yeni transferlere yüzlerce milyon Euro harcadı. İngiltere’de Manchester City’nin yıllar sonra bir kupası oldu. Hem de takım, Premier Lig’i, gelecek sezon Şampiyonlar Ligi’ne katılmayı hak edecek bir sırada bitirdi. 366 milyon Euro’luk bir kadro olmasaydı Şampiyonlar Ligi’ne katılacak bir sırada tamamlamayı garantileyebilirler miydi? Manchester City, Premier Lig’deki zenginlerle başka türlü mücadele edebilir miydi? Zor. Çünkü o vahşi ligde “amatör ruh,” “yürek” gibi kelimeler anlam ifade etmez; “inanç,” “kendine güven” ise ancak banknotların üzerine yazılırsa okunabilir.

Fakir ama gururlu olmakla övünen taraftarlar; pahalı oyuncuları attıkları güzel gollerden, kazandıkları kupadan ve gelecek sene Şampiyonlar Ligi heyecanı yaşayacak olmalarından memnun. Ancak önemli olan, bu seneki başarının geçici olmaması ve üzerine daha büyük başarıların eklenmesi. Parlak bir kupa yüzlerce milyon dolar etmez ama rakiplerinin “United ve City: Şehirde birleşip, başarıda ayrılanlar” gibi takılmalarını sona erdirmek paha biçilemez.    

17 Mayıs 2011 Salı

On Yedi Mayıs

Bu blog'un ilk yazısı tabii ki bugün olmalıydı. "O gün"ün yıldönümü olan bugün.

O gün için ne yazılabileceğini hiç düşünmedim açıkçası şu ana kadar. Gerek var mı ki anlatmaya çalışmaya? Bir zamanlar, "imkansız"ı anlatan bir reklam filminde bir Türk takımının Avrupa Kupası kazandığından bahsediliyordu. Reklam tarih oldu, okunaklı harflerle tarihe kazanmış bir günde.

Popescu'nun penaltısı ile elimden fırlayarak dağılan fotoğraf makinemden hiçbir hatıra fotoğrafı çıkmadı tabii ki. Ama havaalanına inişten itibaren doğaçlama olarak başlayan ıslıklarla şehre yürüyen inançlı taraftar ordusu, rengarenk Kopenhag sokakları, maç sonrası tüm yüzlerde tarif edilemez mutlulukla yoğrulmuş o yorgunluk ifadesi kaldı hatıralarda. "Neden Hagi?!" "Bravo Adams!""Taffarel Taffarel Taffarel!..Taffarel Taffarel Taffarel!.." "Haydi oğlum!.. Haydi oğlum!.." sözleri kazındı hafızalara. Hiç fotoğrafım yok Parken'da çekilmiş. Olmasın.

Takım sporlarında pek nadir sevinen bir ulus için çok büyük bir gündü. Ne diyor Arif; "ne zaman ki Atatürk Havalimanı'na indik, o an anladık ne büyük bir şey yaptığımızı."

Herkese merhaba.